Toplumsal yaşamın inşaasında sivil toplum örgütlerinin etki alanı, rol ve misyonu geniş ve güçlü olduğu zaman; toplumdaki sorunların çözümü de akılcı ve sağduyulu olabilir.

Bir toplumda, Sivil Toplum Kurumları (STK’lar) eğer dar alana sıkıştırılmış, pasifize edilmiş ve baskılanmışsa o toplumda, sorunlara çözüm üretmek de zorlaşır ve sorunlar daha da derinleşir.

Türkiye’de de militarist yaklaşım, bir ideoloji haline dönüşmüş durumda. Bu dayatmacı ideolojide, toplumsal sorunların çözüm yöntemi olarak; sorunları yok sayma, görmezden gelme ve görünür olduğunda da güç ve baskı yöntemlerini kullanarak bastırmak, bir toplumsal kültür haline dönüştüğünden, hiçbir soruna kalıcı çözüm üretilemiyor ve toplum, bu çözümsüz girdabın içinde çırpınıp duruyor. 

Toplumsal sistem sivil olmayınca, sivil toplum da toplumsal alanda çok az etkiyle söz sahibi olabiliyor ve sonuç olarak çözümsüz sitemin içinden çıkılmadığı için, sürekli kendini tekrar eden sorunlu toplum ve coğrafya profili ortaya çıkıyor.

Bir toplumda, sivil toplum örgütleri, ne kadar sivil ve güçlü ise; toplum da o kadar güvende olur ve demokratik haklarını kullanabilir.

Çünkü sivil toplum örgütleri, bileşeni oldukları toplumun farklı sorunlarının tespiti ve vicdani çözümleri için örgütlendiği kabul edilir.

Yani Sivil toplum örgütleri, toplumun vicdanı, sesi ve güvencesi olarak hareket ettiğinde, toplum da sağduyusu ile hareket edebilme kabiliyetine kavuşmuş olur. 

Türkiye’de, dayatmacı ve militarist kültürün içinden sıyrılamadan, STK’lar da amaç, rol ve misyonlarına uygun şekilde örgütlenemez ve kendilerini sitemin çözümsüzlük döngüsünün bir parçası haline dönüşmüş halde bulmaları kaçınılmaz olur.

Devletin de ideolojikleştiği bu döngü de bütün toplumsal örgütlenmeler, ideolojik kutuplaşmaların bir tarafı haline geldiğinden; toplumsal sağduyu, vicdan, akılcı yaklaşım ve çözüm odaklı toplumsal kültür gittikçe zayıflar, yerine de “ötekileştiren ve düşmanlaştıran” bir kültür ve yaklaşım, güçlü ve baskın hale gelir. 

Bu kültürün en belirgin yansımalarından biri “köktenci yaklaşım”dır. Bu köktenci yaklaşımda, "benden olmayan ötekidir, ötekinin de doğru bir şey yapması söz konusu değildir" paradigması en belirleyici yaklaşım biçimidir.

Örneğin sağlık alanından yaşanan bir sorun veya infialde, meselenin kendisinden ziyade, kimin bunu yaptığı ve kimin bunu ifşa ettiği daha önemlidir. Çünkü eğer kendi ideolojisinden biri yapmışsa, onu “koruması hatta aklaması” gerekiyordur ve eğer kendi ideolojisinden olmayan biri, bunu ortaya çıkarmışsa da “ideolojik düşmanlığından yapmıştır" paradigmasının işletilmesidir.

İşte vicdanı ve sağduyuyu yok eden bu köktenci yaklaşım, en büyük örgütlenme yapısı olan devletin kendisinden başlıyor ve STK’ların büyük bölümünü de kapsayarak bir “öteki-düşman” kültürünün toplum genelinde baskın olmasına neden oluyor.

Dolayısıyla kendi toplumsal hukuk kurallarını bile, her gerekli gördüğünde çiğneyen bir devlette, kendi örgütlenme ve kuruluş amaçlarına hizmet edemeyen, ideolojik kutuplaşmaların bir parçası haline dönüşen STK örgütlenmeleriyle bir araya geldiğinde, çözümsüzlük, inatçı bir çözüm yöntemi oluveriyor.