Barış ve savaş ikilemine her zaman farklı yaklaşımlar olmuştur. Barışı efendilerine itaat etmekte görenlerin yanında, barışı adil ve özgür bir yaşam ortamı oluşmadan mümkün olamayacağını düşünenler çoğunluktadır. Barışı gerçekten isteyenlerin, öncelikle diğerini anlaması ve kendisine düşen sorumluluğu yerine getirmesi gerekiyor.
Savaşların temel gerekçesi, özel mülkiyet ve sahiplenme duygusudur. İlkel kominal toplumdan bu yana doğal varlıkları mülk olarak zimmetine alan ve insanları negatif olarak sahiplenenlerle (köleleştirenlerle) buna direnenler arasında bir mücadele sürmüştür.
Sahiplenicilerin sayısı artıkça kendi içinde daha güçlü olma çabası da artmış ve bu sefer güçlüler arasında da çatışmalar başlamıştır. Böylece hiçbir haklılığı olmayan savaş, hak arama aracı olarak görülmeye başlanmıştır. Barış için savaşmak, emek için savaşmak, kurtuluş için savaşmak vb… Yani savaş, insanlık tarihinin ilk çağlarında başlamış ancak barış modern çağla birlikte tanımlanmaya başlanınca dünya genelinde gerçekleşmemiştir.
Savaşı çıkaran güçlülerin savaş için kitleleri ikna edecek gerekçe bulabildikleri sürece barış gibi bir dertleri olmamıştır. Jean-Paul Sartre’ının dediği gibi ‘’Savaşı zenginler çıkarır, fakirler ölür” ve güçsüzler kayıp eder. Bilindiği gibi savaşlarda ölenler fakir çocukları ve en büyük mağdurlar da; doğa, çevre, hayvanlar, yaşlılar, çocuklar vb. dezavantajlı gruplardır. Maalesef, kendisini dünyanın hakimi olarak gören insan halen “biz savaşacak kadar ahmak değiliz” diyebilecek düzeye gelememiştir. Onun için günümüzde, ezen-ezilen, emek-sermaye hatta insan-doğa arasında yapılacak bir barış anlaşmasının adil olabileceğini düşünmek saflık olur.
Bir rahip olan G. Von Keserberg savaş ve barış döngüsünü “Sulh; zenginlik doğurur, zenginlik; gurur doğurur, gurur; harp doğurur, harp; sefalet doğurur, sefalet; ümitsizlik doğurur, ümitsizlik; sulh doğurur.” şeklinde tanımlamaktadır..
“Savaşı barışa yeğleyecek denli duygusuz olmayan” insanlar (genelde güçsüzler) hep barışı talep etmiş ve barış için ümitli olmaya çalışmış ancak barışı kimin sağlayacağı ve koruyacağını da sormaya/araştırmaya devam etmiştir. Zira barışı sağlamak ve korumak savaşmaktan daha zordur. Barışın sağlanması ve korunması için uzun süre parlamentolarda medet umulmuş ancak Birleşmiş Milletler dahil parlamentoların aldığı birçok karara rağmen sonuç alıcı bir noktaya ulaşılamamıştır.
Parlamentoların yeterli olmadığını görenler 1891 yılında dünyanın en eski uluslararası barış federasyonlarının ilki olan “Uluslararası Barış Bürosu” kurmuşlar. O günden günümüze kadar 'barış' kelimesi geniş kitlelere ulaştı ancak farklı anlamlar yüklendi ve zaman içinde asıl anlamından çıkıp, genel anlamda savaşın karşıtı haline dönüştü. Barışı koruyacak uluslararası kurumlar anlamını yitirdi. Uluslararası ceza mahkemesinin (UCM) savaş suçlusu olarak saydığı bir devlet yetkilisi başka bir devlette yaptığı gezide tutuklanması gerekirken kırmızı halı ile karşılanabilmektedir.
Genelde “düşmanlığın olmaması” olarak kabul gören barış; “kötülükten, kavgalardan, savaşlardan kurtuluş, uyum, birlik bütünlük, sükûnet, sessizlik, huzur içinde yaşamak”, “savaşın bittiğinin bir antlaşmayla belirtilmesinden sonraki durum, sulh, uyum, karşılıklı anlayış ve hoşgörü ile oluşturulan ortam” şeklinde de tanımlanmaktadır. Her halde en iyi tanım; "uzlaşma, sessizlik, anlaşma" tanımıdır.
Ece Aydan Göbüt(çocuk aktivisti) herkesin anlayabileceği sade sözcüklerle barışın temel ilkesini; “insan sevgisidir, genel anlamda tüm insanları, insanlığı sevebilmektir, kendi türüne ve diğer türlere saygı duyabilmektir.” Şeklinde tanımlamıştır.
Barış ve savaş ikilemine her zaman farklı yaklaşımlar olmuştur. Barışı efendilerine itaat etmekte görenlerin yanında, barışı adil ve özgür bir yaşam ortamı oluşmadan mümkün olamayacağını düşünenler çoğunluktadır.
Barışı gerçekten isteyenler, öncelikle diğerini anlaması ve kendisine düşen sorumluluğu yerine getirmesi gerekiyor.
Yani “ideal olan barış, savaşların ve şiddetin olmaması anlamına gelen negatif barış değildir. İdeal olan barış savaşların ve şiddetin olmadığı bunlara ek olarak adaletin, eşitliğin olduğu, ayrımcılık ve ötekileştirmenin olmadığı pozitif barıştır.” Birleşmiş Milletler ve UNESCO gibi uluslararası kuruluşlar barışın öğretilebilir bir değer olduğunu vurgulamaktadırlar. Ancak Birleşmiş Milletler daimi üyeleri olan ülkeler mazlum halkların hak taleplerini parmağını sallayarak tehdit edebilmektedir. Barışın korunması görevini üstlenen uluslararası kurum temsilcilerinin sorumsuzluğu “barışa” olan ümidi kırmaktadır.
Sahiden dünyada kutlanacak bir barış günü var mı? Varsa 1 Eylül mü, 21 Eylül mü? Her halde en doğrusu, dünyada olmayan barışı sağlamak için her gün çaba sarf etmek, bilgilenmek ve bilgilendirmek/farkındalık yaratmaktır.