KÜLTÜR SANAT

Yılmaz Güney’in yayınlanmamış öyküsü gün yüzüne çıktı

‘Çirkin Kral’ lakaplı sanatçı Yılmaz Güney’in bugüne kadar bilinmeyen gençlik öyküsü "Hıltan" gün yüzüne çıktı.

Abone Ol

Edirne’de yaşayan amatör araştırmacı Hakan Meriç, Yılmaz Güney’e ait bugüne dek bilinmeyen bir öyküyü Güney Kültür Sanat Edebiyat Dergisi’ne göndererek Türk edebiyatı ve sinema dünyasında heyecan yarattı. Dergi, öykünün Yılmaz Güney’in gençlik dönemine ait olduğunu tespit ettiğini duyurdu.

Yapılan açıklamada, “Hıltan” adını taşıyan bu öykünün, Güney’in 1956 yılında "Seçilmiş Hikâyeler Dergisi"nde "Yılmaz Pütün" ismiyle yayımlandığı belirtildi. Güney’in o yıllarda yoksul kesimlerin sorunlarına odaklanan realist bir tarzda kaleme aldığı ilk öykülerinin, edebiyat dünyasında onun sosyal ve siyasi düşüncelerinin temellerini oluşturduğu ifade edildi.

Yılmaz Güney, lise yıllarında yazdığı öykülerde toplumun alt kesimlerine dair güçlü betimlemeler yaparken, sansüre ve zorluklara rağmen halktan yana duruşunu korudu. Derginin açıklamasında, Güney’in daha lise yıllarında sosyal adaletsizlikleri kaleme aldığı için cezalar aldığı, ancak baskıların sanatından ve mücadele ruhundan vazgeçiremediği vurgulandı.

Yılmaz Güney’in söz konusu öyküsünün bir kısmı ise şöyledir:

Hıltan

Yılmaz Pütün

Güneş kaybolupta, bulutların ucu bakır rengini alınca, sararmış hıltanları hışırdatan bir rüzgâr çıktı. Felhan çeken motorların ışıkları yandı. Yıldızlar çiftleşip çoğaldı. Beyaz çadırlar yağ kokusu, duman, kadın, kız, erkek içinde karardı.

Yeşilden kırmızıya dönmüş koza yaprakları parlaklıklarını yitirdi. Çadırlarda isli gaz fenerleri, çatal çatal bir ışıkla ortalığı aydınlattı.

Su getiren varil arabasının arkasından çocuklar, ellerinde tenekelerle, cerelerle koştular. İhtiyarlar ateş yakmak için çalı çırpı topladılar. Kızlar bulgur, yarma ayıkladı. İhtiyarlar çalı getirince, kadınlar ateş yaktı. Her çadırın önünde, gölgesi savanlara düşen bir alev yükseldi.

Tahir, ayakları koza dallarına sürte sürte geldi. “Bugünde bura yırtıldı.” dedi. Böbü gözlerini kaldırdı. Tahir’in kucağındaki hıltanları aldı. Yüzünde karışık anlamların izleri belirdi. Hıltanları, ocağın yanı başına attı. “Hıltan,” dedi “yine mi hıltan? Toplama bir daha. Belki elli defa söyledim, koku yapıyor, hem de iyi yanmıyor.” Tahir üstünü çırptı. Yırtılan yerlerin uçlarını birleştirdi. “Napim, kokusu hoşuma gidiyor.” dedi. Ateşe atılan hıltanların ucundan boz bir duman çıktı. Tahir’in başı dumanın içinde kayboldu.

Böbü, öksürerek konuştu. “Su getir,” dedi. “Varilde su kalmıyacak nerdeyse!” Tahir tenekeyi aldı. Varile gitti. Varil arabasına bağlı iri boynuzlu öküzler, arabanın okuna pislemişlerdi. Küçük sinekler, saçak saçak kuyruğunun yanlarında dönüyorlardı öküzlerin. Musluğun altı çamur olmuştu. Tenekeyi doldurdu. “Merhaba Tahir.” dedi biri. “Merhaba Şıho Dayı,” diye yanıtladı. Şıho dişsiz ağzını açtı. Pap pap konuştu. Kırmızı toprak ceresini doldurdu. Tahir’in arkasından yürüdü. Kavuştu. “Ne olmuş seninki?” dedi. Tahir, yeni yırtılan bir yerine bakarak: “Bin sekiz yüz seksen dört kilo.” dedi. Şıho, ağzındaki tükrükleri Tahir’in yüzüne boşlatarak pap pap etti yine. “On kuruştan eder yüzsesen lira, kırk kuruz. İki yüzü geçersiniz.”

“Belki.”