Yıl 1058, yer Diyarbekir’in o dönemki adıyla Meyâfarkin olan Silvan ilçesi. Ama idarî olarak bir ilçe değil tabii, bir payitaht. Bir yıl önceki büyük kıtlıktan yeni çıkmış, payitahtın yönetiminde ise Mervani Kürtlerinin kudretli hükümdarı Nasrü’d-devle Ahmed b. Mervân b. Dûstek (ö. 1061) var. Aylardan şubattır.
O yıl Meyâfarkin’in şampanya renkli taşları üzerine, her zamankinden daha fazla kar düşmüştür. Ama düşen bu kar, beyaz değil, kızıl renkli bir kardır. Kızıl renkli karı ilk kez gören saray sakinleri ile ahali bir hayli şaşkındır. Kıyamet mi kopacak diye endişelenen de bir tek insanlar değildir elbet. Hayvanlar da endişelidir gördükleri o harikulade doğa olayından.
Oysa saray ahalisi, sıradan bir güne uyanacağı hayaliyle uyumuştu, önceki geceden. Herkes kendi anadilinde rüyasını görmüş, yeni güzel bir güne merhaba diyecek anı sabırsızlıkla beklemişti. Sarayda çok dilli, çok kültürlü bir hayat akıyordu ne de olsa.
Ermenisinden Yahudisine, Süryanisinden Arabına halkların kardeşliği ve iktidarı namına ne ararsan mevcuttu; hem sarayda hem payitahtta. Bu renkli dilsel ve dinsel hoşgörü iklimi, Müslüman coğrafyasında eşine az rastlanılan bir türdendi.
Ekolojik politikalar derseniz, kısa süre önce Bağdat’tan getirilip şehrin çeperine ektirilmiş yeni meyve ağaçlarının gölgesinde konuşuluyor, yankısı ise Hasunî mağaralarına vuruyordu. Şehirdeki iç ve dış kale surlarının onarımı, bahara bırakılmıştı o yıl. Hummalı çalışmalarla devam edecekti proje, kayyumluk bir durum söz konusu olmadan onarılacaktı tüm duvarlar.
Ancak kızıl renkli kar, kayyum olup sarayın o çok renkli iklimi üzerine yağmıştı sanki. Payitahtta ve tüm bölgede yürürlüğe konmuş model, bugünkü idealizmi kıskandıracak hararette işlerken, gökten düşen kızıl tanecikler, ansızın tüm o sosyal, siyasal ve ekolojik hayatı da teslim almıştı.
Yıllar önce payitahta, o dönem veliaht olan Nasrü’d-devle’nin davetiyle yabancı bir hekim getirilmişti Bağdat’tan. Adı Cebrâil’di. Cebrâil bin Bahtîşu (ö. 1006). Cundişapur Tıp Okulunun öncülerinden olan Süryani Bahtişû ailesine mensup ünlü bir hekim olan Cebrâil’in yanında, kendisi gibi mahir bir tabip olacak, oğlu Ebû Said İbn Bahtîşû da vardı. Nasrü’d-devle’nin cömert daveti üzerine Bahtîşû ailesi artık Meyâfarkinli oluvermişti.
Ancak Bağdat’taki meslektaşları, Süryani hekim İbn Butlân’la (ö. 1066) olan ilişkilerini de koparmamış, hatta kendisini kısa süreliğine de olsa Meyâfarkin’e davet etmişlerdi. Ebû Said İbn Bahtîşû, babası Cebrâil ile dostu İbn Butlân’dan aldığı tıp eğitimleri sayesinde uzman bir hekimdi artık. Meyâfarkin Bimaristanı’nın (Hastanesinin) kurucusu Süryani Ebû Said Mensur b. İsa’yla birlikte Mervani sarayının baştabipliğine kadar yükselmişti. Ayrıca Nasrü’d-devle’nin himayesinde tıp, felsefe ve teoloji üzerine yazıp çizen üretken bir müellif olarak da anılıyordu.
O kış, yağan kızıl karın hikmetini ilk ondan sormuştu devletlüler. Cevap vermişti vermesine ama ortada ahaliyi ve hayvanları ilgilendiren çok daha hayati ve acil bir mesele vardı. Ülke insanının yaşam koşullarını iyileştirmekle yükümlü Nasrü’d-devle’nin evvela ülkesinin doğasına sahip çıkması gerekiyordu, acilen hem de. Çünkü yoğun miktarda yağan o enteresan kardan korkup kaçan, dağda kırda yiyecek bulamayan ne kadar yaban hayvanı varsa şehre inmişti. Şehirdeki küçük ve büyükbaş hayvanlarla beraber pek çok kümes kanatlısı da yabani hayvanların hışmına uğramış, telef olmuştu. Hem evcil hayvanlar hem de yabaniler tehlikedeydi.
Ahalinin bir kısmı yaban hayvanlarına karşı koymuş, onları acımasızca öldürmüştü. Merhamet sahibi olanlar ise bütün kış yabani hayvanlara bile sahip çıkmak için uğraşmıştı. Şehrin doğal yaşamını olumsuz etkileyen olaylar, Nasrü’d-devle’ye haber edilince, tahıl ambarlarının derhal açılması emrini vermişti hükümdar. Kuşlar ve kanatlılar için etraf tepelere buğday, arpa ve darı konulacak, diğer hayvanlar için de şehrin sokakları da dahil olmak üzere her yer ot, saman ve çeşitli yiyeceklerle doldurulacaktı.
Hükümdarın bu zeki ve merhametli tedbiri sayesinde, o yıl birçok hayvan telef olmaktan kurtulmuştu. Halk da hayvanlar da sevinmişti iktidarın aldığı bu karara. Nasrü’d-devle ise aynı uygulamayı ölünceye kadar, her kış devam ettirmişti.
Derken o kızıl karların erimesiyle bahar gelmişti memlekete. İbn Bahtîşû, hayvanlara karşı ilgisini ve hassasiyetini bildiği o merhametli Mervani hükümdarı Nasrü’d-devle’nin huzurundaydı bir sabah. Hükümdar Bahtîşû’dan Zooloji’ye dair bir eser kaleme almasını istemişti. O ise bir değil, iki eser kaleme alacaktı. Bunlardan birisi “Hayvanların Doğası, Özellikleri ve Organlarının Faydaları” (Tabâiu’l-hayavan ve havâssihâ ve menâfiu a‘zâihâ) adını taşıyordu. Diğeri ise “Hayvanların Faydaları” (Menâfiu’l-hayvan) unvanına sahipti ki her iki eser de Arapça yazılmıştı. Dahası resimli ve açıklamalı hayvan motifleriyle de bezenmiştiler.
Birinci eserin giriş bölümünde yabani hayvanlara dahi merhameti esirgememiş Nasrü’d-devle’yi tüm o şefkatli unvanlarıyla birlikte anan İbn Bahtîşû, söz konusu eserini kaleme alma nedeni ve metoduyla ilgili şunları yazacaktı: “El-Emir Nasrüd-devle bendenizden hayvanların mizacı, yararları, anatomileri ve davranışları hakkında bir risale kaleme almamı istedi. Buna evcil ve yabani hayvanların yanı sıra sürüngenler, su ve kara hayvanları da dahildi. Onları özelliklerine göre sınıflandırıp yazmamı talep etti benden. Ben de onun bu isteğine karşılık vererek bu eseri kaleme aldım...”
İbn Bahtîşû’nun söz konusu eserleri uzun yıllar Meyâfarkin’deki Deyr İbad ve Deyr Tuma gibi kiliselerin kütüphanelerinde durmuştu durmasına ama sonrasında bilinmez bir meçhule çıkmıştı. Derken tarih Diyarbekir’in yüzüne gülmüş ve bu kadim şehrin hayvanlar hususundaki hassasiyetine dair tarihe mührünü basmış olan bu eserler gün yüzüne çıkarılmıştı.
Sokak köpeklerine dair tartışmaların yoğun yaşandığı günümüzde ise Diyarbekir’in vekilleri, Meclis’in sokak hayvanlarıyla ilgili karar alacağı komisyonlarda self-alienationla bağırıp çağırmayı tercih etmiştiler yine o her zamanki üsluplarıyla. Oysa o vekiller, Auschwitz’in sözüne, Steinbeck’in Buck’ına, Jack London’un Beyaz Diş’ine, Kemal Varol’un Mikasa’sına ya da İdris Baluken’in Oko’suna referans verip şerh düşmeden önce İbn Ezrak’ın Mervaniler Tarihini okumuş olsalardı, sözü edilen alt ya da üst komisyonlarda daha tarihi bir muhalefette bulunma fırsatını da yakalayabilirlerdi.